Biri mizah yazarıydı, biri ünlü bir karikatürcü. 
Birinin adı Vedat Saygel, ötekinin adı Zeki Beyner... 
Kuşaklar boyunca insanları güldüren, bir yandan mizah duygusunu beslerken bir yandan da toplumu düşünmeye çağıran iki usta... 
Ünleri hep kendilerinden önde yürüyen...
Çok çalışıyor, çokça yazıp çiziyorlar ama, iki yakaları bir araya gelmiyordu bir türlü. 
Parasızlıktan anaları ağlıyordu!
Bir gün iki arkadaş kafa kafaya vermiş, içinde yüzdükleri yoksulluk denizinden nasıl çıkabilecekleri konusunda akıl yürütüyorlardı.
Bu kadersizliği yenmeleri gerekiyordu, ama nasıl?


Vedat Saygel, İstanbul'dan çıkıp gitmelerini önerdi arkadaşına. 
Ona göre İstanbul'da kendileriyle aynı işi yapan birçok kişi vardı. 
Başka deyişle, rakipleri çoktu! 
Paylarına düşen ekmek o yüzden küçük oluyor, cepleri para görmüyordu. 
İstanbul'u terk edip Ankara'ya demir atmalıydılar. 
Ankara'da kendilerine rakip olacak bir kimse yoktu.


Zeki Beyner'in aklına yatmıştı bu öneri...
İki kafadar ceplerindeki paraları ortaya koyup Ankara trenine bilet aldılar.
Dönem, altmışlı yılların başları... 
Mevsim kıştı. 
Ankara'nın soğuğu bıçak gibi kesiyordu adamın elini yüzünü... 
Ama onların sımsıcak yürekleri vardı; yüreklerinde umut ateşi yanıyordu!
Ankara'ya geldiklerinde kendilerine, başlarını sokacakları, ucuzun da ucuzu bir ev buldular. 
Ev dedikleri, bir gecekondu semtinde, uzun zamandan beri terk edilmiş bir garip hane idi.


Evin bir özelliği vardı: 
Mutfağı seramik döşeliydi. 
Bembeyaz ve dümdüz! 
Zeki Beyner burasını çok sevmiş, çalışma masası gibi kullanmayı aklına koymuştu.
Oraya buraya başvurdular. 
Ne öyle umdukları gibi iş bolluğu vardı Ankara'da, ne de onları tanıyan birileri... 
Ama dedik ya, onların umudu vardı!
Bir yayınevinden iş almışlardı. 
Otuz lira da iş avansı verilmişti ellerine!
O keyifle birkaç küfe odun aldılar. 
Eve getirip ocağı yaktılar. 
Odaları ve ilikleri ısındı. 
O sıcaklık içinde vurup kafayı yattılar. 
Derin uykulara vardılar.
Gelgelelim hayatlarının felaketi de peşlerinden gelmişti sanki!


Uykularında birdenbire üzerlerine sıkılan buz gibi suyla fırlayıp kalktılar!
Tepeden tırnağa su içinde kalmışlardı! 
Hem de o kış soğuğunda...
Uzun zamandır içinde kimselerin oturmadığı evden yoğun dumanlar çıktığını gören komşuları durumdan kuşkulanıp itfaiyeye haber uçurmuştu!
İtfaiye görevlileri de, evde biri mi var diye merak etmeden, doğruca su sıkmıştı dışarıdan...
Gece karanlığında ıslanmış elbiseler içinde titreye titreye hastaneye kaldırıldılar!
Gözlerini açtıklarında yine sıcak bir odada, temiz yataklar içinde yatıyorlardı! Üstelik sıcak çorba, taze ekmek de ayaklarına kadar getiriliyordu.


İki arkadaş, orasını çok sevmişti.
Giysileri kurutulup kendilerine verilmişti ama onlar çıkıp gitmek istemiyordu.
Sanki hastalıkları sürüyormuş gibi inim inim inliyorlardı.
Bir hafta boyunca iki ünlü sanatçı, sıcak odanın ve yemeklerin tadını çıkararak hastanede yattılar. 
Ne zaman hekimin ayak sesini işitseler kapı dışında, başlıyorlardı inlemeye.
Onları muayene eden hekim, durumun farkındaydı.
"Bakın!" dedi; "Sizi bu burada bir haftadan fazla tutamam. Ona göre..."